erken kalkan
tekrar yatar,
yatmalıdır..
tekrar yatar,
yatmalıdır..
nazım hikmet
açların gözbebekleri
değil birkaç
değil beş on
otuz milyon
aç bizim!
onlar bizim!
biz onların!
dalgalar denizin!
deniz dalgaların!
değil birkaç
değil beş on
30.000.000
30.000.000!
açlar dizilmiş açlar!
ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
sıska cılız
eğri büğrü dallarıyla
eğri büğrü ağaçlar!
ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
açlar dizilmiş açlar!
bunlar!
yürüyen parçaları
o kurak toprakların!
kimi
kemik
dizlerine vurarak
yuvarlak bir karın taşıyor!
kimi
deri deri!
yalnız yaşıyor gözleri!
uzaktan simsiyah sivriliği
nokta nokta uzayıp damara batan
kocaman başlı bir nalın çivisi gibi
deli gözbebekleri,
gözbebekleri!
hele bunlar
hele bunlarda öyle bir ağrı var ki,
bunlar
öyle bakarlar ki!...
ağrımız büyük!
büyük!
büyük!
fakat
artık imanımıza inemez tokat!
demirleşti bağrımız,
çünkü ağrımız
30.000.000
deli gözbebekleri!
gözbebekleri!
ey
beni ağzı açık dinleyen adam!
belki arkamdan bana
bu kalbini haykırana
"kaçık" diyen adam!
sen de eğer ötekiler gibi kazsan,
bir mana koyamazsan sözlerime
bak bari gözlerime;
bunlar:
deli gözbebekleri!
gözbebekleri!
açların gözbebekleri
değil birkaç
değil beş on
otuz milyon
aç bizim!
onlar bizim!
biz onların!
dalgalar denizin!
deniz dalgaların!
değil birkaç
değil beş on
30.000.000
30.000.000!
açlar dizilmiş açlar!
ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
sıska cılız
eğri büğrü dallarıyla
eğri büğrü ağaçlar!
ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
açlar dizilmiş açlar!
bunlar!
yürüyen parçaları
o kurak toprakların!
kimi
kemik
dizlerine vurarak
yuvarlak bir karın taşıyor!
kimi
deri deri!
yalnız yaşıyor gözleri!
uzaktan simsiyah sivriliği
nokta nokta uzayıp damara batan
kocaman başlı bir nalın çivisi gibi
deli gözbebekleri,
gözbebekleri!
hele bunlar
hele bunlarda öyle bir ağrı var ki,
bunlar
öyle bakarlar ki!...
ağrımız büyük!
büyük!
büyük!
fakat
artık imanımıza inemez tokat!
demirleşti bağrımız,
çünkü ağrımız
30.000.000
deli gözbebekleri!
gözbebekleri!
ey
beni ağzı açık dinleyen adam!
belki arkamdan bana
bu kalbini haykırana
"kaçık" diyen adam!
sen de eğer ötekiler gibi kazsan,
bir mana koyamazsan sözlerime
bak bari gözlerime;
bunlar:
deli gözbebekleri!
gözbebekleri!
gözlerim ressam oldu senin güzelliğine,
kalbimin levhasına nakşetti görüntünü
bedenim de çerçeve oldu senin resmine
derinlikle güçlendi sanatın en üstünü.
göreceksin, ressamın ustalığı nasılmış
gerçek yüzünü çizmek, olur ancak bu kadar.
işte resmin kalbimde baş köşeye asılmış
sergimde pencereler göz nurunla ışıldar.
gözler, başka gözlere ne iyilik etti, bak:
benim gözlerim çizdi senin güzelliğini;
seninkiler gönlüme pencereler açarak
güneşi soktu – coşsun, gözlesin diye seni
ama kurnaz gözlerin sanat yeteneği az:
sırf gördüğünü çizer, yüreği tanıyamaz.
william shakespeare
kalbimin levhasına nakşetti görüntünü
bedenim de çerçeve oldu senin resmine
derinlikle güçlendi sanatın en üstünü.
göreceksin, ressamın ustalığı nasılmış
gerçek yüzünü çizmek, olur ancak bu kadar.
işte resmin kalbimde baş köşeye asılmış
sergimde pencereler göz nurunla ışıldar.
gözler, başka gözlere ne iyilik etti, bak:
benim gözlerim çizdi senin güzelliğini;
seninkiler gönlüme pencereler açarak
güneşi soktu – coşsun, gözlesin diye seni
ama kurnaz gözlerin sanat yeteneği az:
sırf gördüğünü çizer, yüreği tanıyamaz.
william shakespeare
nasıl olacaksınız ruhi bey
bugün de erkencisiniz ruhi bey
şarapla bira mı içiyorsunuz ruhi bey
böyle sabah sabah ruhi bey
akşam akşam ruhi bey
akşam sabah ruhi bey
cıgara alır mıydınız ruhi bey
yakalım ruhi bey, yakalım
böyle üşümüyor musunuz ruhi bey
benim de ayakkabılarım su alıyor ruhi bey
ne olur ne olmaz
önümüz kış ruhi bey
ee, daha nasılsınız ruhi bey
- iyiyim, iyiyim.
bugün de erkencisiniz ruhi bey
şarapla bira mı içiyorsunuz ruhi bey
böyle sabah sabah ruhi bey
akşam akşam ruhi bey
akşam sabah ruhi bey
cıgara alır mıydınız ruhi bey
yakalım ruhi bey, yakalım
böyle üşümüyor musunuz ruhi bey
benim de ayakkabılarım su alıyor ruhi bey
ne olur ne olmaz
önümüz kış ruhi bey
ee, daha nasılsınız ruhi bey
- iyiyim, iyiyim.
bugün pazar.
bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün
bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldamadan durdum.
sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
toprak, güneş ve ben...
bahtiyarım...
nazım hikmet
bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün
bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldamadan durdum.
sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
toprak, güneş ve ben...
bahtiyarım...
nazım hikmet

manicdepressive demiş ki: |
ölüyorum tanrım
bu da oldu işte. her ölüm erken ölümdür biliyorum tanrım. ama, ayrıca, aldığın şu hayat fena değildir üstü kalsın. cemal süreyya |
yesterday, upon the stair,
i met a man who wasn't there.
he wasn't there again today,
i wish, i wish he'd go away...
velvetgoldmine'da da gecer bir sahnede.
i met a man who wasn't there.
he wasn't there again today,
i wish, i wish he'd go away...
velvetgoldmine'da da gecer bir sahnede.
o diyor ki bana:
— sen kendi sesinle kül olursun ey!
kerem
gibi
yana
yana..
— sen kendi sesinle kül olursun ey!
kerem
gibi
yana
yana..
kar kesti yolu
kar kesti yolu
sen yoktun
oturdum karşına dizüstü
seyrettim yüzünü
gözlerim kapalı
gemiler geçmiyor
uçaklar uçmuyor
sen yoktun
karşında duvara dayanmıştım
konuştum, konuştum, konuştum
ağzımı açmadım
sen yoktun
ellerimle dokundum sana
ellerim yüzümdeydi
nazım hikmet
kar kesti yolu
sen yoktun
oturdum karşına dizüstü
seyrettim yüzünü
gözlerim kapalı
gemiler geçmiyor
uçaklar uçmuyor
sen yoktun
karşında duvara dayanmıştım
konuştum, konuştum, konuştum
ağzımı açmadım
sen yoktun
ellerimle dokundum sana
ellerim yüzümdeydi
nazım hikmet
sevgimizin bir tanesiydin müjgan.
saçları sırtına kadar sırma sırma dökülür,
elleri ufacık, gözleri dört defa lacivertti.
ve de her ne hikmetse o da bana gönüllüydü.
öyle bir sevdim ki müjgan’ı,
dünyamı şaşırdım, haddimi bilemedim,
evleniriz gibi geldi bana.
evimiz, yuvamız olur, ışığımız yanar,
fakir soframız kurulur gibi geldi.
sahil bahçesinde gazoz içerekten
gizli gizli mal-ü hülya kurardık.
sonra da çarşılara giderdik.
eşya beğenirdik elden düşme;
aynalı konsolumuz
topuzlu karyolamız bile olacaktı.
müjgan’ın her an her bi daim
yanında olacaktım
ama olmadı gitti.
nereye mi ?
paraya gitti abicim paraya
nasılda sevmiştim yıllarca ben seni
her akşam bekledim yollarını
elbet bir gün biz yuva kurarız derken
duydum evlenmişsin sen zengin bir gençle
zengin olsaydım sensiz kalmazdım
her an düşünüp seni hiç ağlamazdım
param olsaydı aşkım kalırdın
seve seve yanımda benimle yaşardın
nikah resimlerimizi de çektirdiydik.
sonra karpuzcu raşit ağabeyinin
kayınbiraderine borç ederekten
nişan yüzüklerimizi de yaptırmıştık.
ama müjgan takmadı bunu
takamadı uçuverdi elimden.
meğer gizlice altın bir kafes bulmuş kendine.
müjgan’ın gelinliğini hususi diktirmişler,
benim gibi kiralık tel duvak
almaya kalkışmamışlar yani
öyle sevindim ki.
mesut ve bahtiyar olsun diye
dualar ettim her gece
sonramı ne oldu
müjgan gibi ben de
birbirimize ettiğimiz sözleri
ettiğimiz yeminleri unuttum.
bir daha mahalleye gelmedi müjgan, gelemedi.
bizim dar ve eski sokaklara otomobili
sığmıyormuş dediler.
senede birkaç ay zaten avrupa’daymış dediler.
"zaman şifalı bir ilaçtır unutursun dediler,
unuttum bende unuttum
hiç aklıma gelmedi.
hatırlamıyorum müjgan’ı
hatırlamıyorum şimdi
bu şiiri de ben yazmadım zaten
unuttum abi bende unuttum
hatırlamıyorum şimdi
müjganın gözleri ne renkti"
sadri alışık
saçları sırtına kadar sırma sırma dökülür,
elleri ufacık, gözleri dört defa lacivertti.
ve de her ne hikmetse o da bana gönüllüydü.
öyle bir sevdim ki müjgan’ı,
dünyamı şaşırdım, haddimi bilemedim,
evleniriz gibi geldi bana.
evimiz, yuvamız olur, ışığımız yanar,
fakir soframız kurulur gibi geldi.
sahil bahçesinde gazoz içerekten
gizli gizli mal-ü hülya kurardık.
sonra da çarşılara giderdik.
eşya beğenirdik elden düşme;
aynalı konsolumuz
topuzlu karyolamız bile olacaktı.
müjgan’ın her an her bi daim
yanında olacaktım
ama olmadı gitti.
nereye mi ?
paraya gitti abicim paraya
nasılda sevmiştim yıllarca ben seni
her akşam bekledim yollarını
elbet bir gün biz yuva kurarız derken
duydum evlenmişsin sen zengin bir gençle
zengin olsaydım sensiz kalmazdım
her an düşünüp seni hiç ağlamazdım
param olsaydı aşkım kalırdın
seve seve yanımda benimle yaşardın
nikah resimlerimizi de çektirdiydik.
sonra karpuzcu raşit ağabeyinin
kayınbiraderine borç ederekten
nişan yüzüklerimizi de yaptırmıştık.
ama müjgan takmadı bunu
takamadı uçuverdi elimden.
meğer gizlice altın bir kafes bulmuş kendine.
müjgan’ın gelinliğini hususi diktirmişler,
benim gibi kiralık tel duvak
almaya kalkışmamışlar yani
öyle sevindim ki.
mesut ve bahtiyar olsun diye
dualar ettim her gece
sonramı ne oldu
müjgan gibi ben de
birbirimize ettiğimiz sözleri
ettiğimiz yeminleri unuttum.
bir daha mahalleye gelmedi müjgan, gelemedi.
bizim dar ve eski sokaklara otomobili
sığmıyormuş dediler.
senede birkaç ay zaten avrupa’daymış dediler.
"zaman şifalı bir ilaçtır unutursun dediler,
unuttum bende unuttum
hiç aklıma gelmedi.
hatırlamıyorum müjgan’ı
hatırlamıyorum şimdi
bu şiiri de ben yazmadım zaten
unuttum abi bende unuttum
hatırlamıyorum şimdi
müjganın gözleri ne renkti"
sadri alışık
i sit in one of the dives
on fifty-second street
uncertain and afraid
as the clever hopes expire
of a low dishonest decade:
waves of anger and fear
circulate over the bright
and darkened lands of the earth,
obsessing our private lives;
the unmentionable odour of death
offends the september night.
accurate scholarship can
unearth the whole offence
from luther until now
that has driven a culture mad,
find what occurred at linz,
what huge imago made
a psychopathic god:
i and the public know
what all schoolchildren learn,
those to whom evil is done
do evil in return.
exiled thucydides knew
all that a speech can say
about democracy,
and what dictators do,
the elderly rubbish they talk
to an apathetic grave;
analysed all in his book,
the enlightenment driven away,
the habit-forming pain,
mismanagement and grief:
we must suffer them all again.
into this neutral air
where blind skyscrapers use
their full height to proclaim
the strength of collective man,
each language pours its vain
competitive excuse:
but who can live for long
in an euphoric dream;
out of the mirror they stare,
imperialism's face
and the international wrong.
faces along the bar
cling to their average day:
the lights must never go out,
the music must always play,
all the conventions conspire
to make this fort assume
the furniture of home;
lest we should see where we are,
lost in a haunted wood,
children afraid of the night
who have never been happy or good.
the windiest militant trash
important persons shout
is not so crude as our wish:
what mad nijinsky wrote
about diaghilev
is true of the normal heart;
for the error bred in the bone
of each woman and each man
craves what it cannot have,
not universal love
but to be loved alone.
from the conservative dark
into the ethical life
the dense commuters come,
repeating their morning vow;
"i will be true to the wife,
i'll concentrate more on my work,"
and helpless governors wake
to resume their compulsory game:
who can release them now,
who can reach the deaf,
who can speak for the dumb?
all i have is a voice
to undo the folded lie,
the romantic lie in the brain
of the sensual man-in-the-street
and the lie of authority
whose buildings grope the sky:
there is no such thing as the state
and no one exists alone;
hunger allows no choice
to the citizen or the police;
we must love one another or die.
defenceless under the night
our world in stupor lies;
yet, dotted everywhere,
ironic points of light
flash out wherever the just
exchange their messages:
may i, composed like them
of eros and of dust,
beleaguered by the same
negation and despair,
show an affirming flame.
september 1, 1939
w. h. auden, 1907 - 1973
on fifty-second street
uncertain and afraid
as the clever hopes expire
of a low dishonest decade:
waves of anger and fear
circulate over the bright
and darkened lands of the earth,
obsessing our private lives;
the unmentionable odour of death
offends the september night.
accurate scholarship can
unearth the whole offence
from luther until now
that has driven a culture mad,
find what occurred at linz,
what huge imago made
a psychopathic god:
i and the public know
what all schoolchildren learn,
those to whom evil is done
do evil in return.
exiled thucydides knew
all that a speech can say
about democracy,
and what dictators do,
the elderly rubbish they talk
to an apathetic grave;
analysed all in his book,
the enlightenment driven away,
the habit-forming pain,
mismanagement and grief:
we must suffer them all again.
into this neutral air
where blind skyscrapers use
their full height to proclaim
the strength of collective man,
each language pours its vain
competitive excuse:
but who can live for long
in an euphoric dream;
out of the mirror they stare,
imperialism's face
and the international wrong.
faces along the bar
cling to their average day:
the lights must never go out,
the music must always play,
all the conventions conspire
to make this fort assume
the furniture of home;
lest we should see where we are,
lost in a haunted wood,
children afraid of the night
who have never been happy or good.
the windiest militant trash
important persons shout
is not so crude as our wish:
what mad nijinsky wrote
about diaghilev
is true of the normal heart;
for the error bred in the bone
of each woman and each man
craves what it cannot have,
not universal love
but to be loved alone.
from the conservative dark
into the ethical life
the dense commuters come,
repeating their morning vow;
"i will be true to the wife,
i'll concentrate more on my work,"
and helpless governors wake
to resume their compulsory game:
who can release them now,
who can reach the deaf,
who can speak for the dumb?
all i have is a voice
to undo the folded lie,
the romantic lie in the brain
of the sensual man-in-the-street
and the lie of authority
whose buildings grope the sky:
there is no such thing as the state
and no one exists alone;
hunger allows no choice
to the citizen or the police;
we must love one another or die.
defenceless under the night
our world in stupor lies;
yet, dotted everywhere,
ironic points of light
flash out wherever the just
exchange their messages:
may i, composed like them
of eros and of dust,
beleaguered by the same
negation and despair,
show an affirming flame.
september 1, 1939
w. h. auden, 1907 - 1973
karayı kaldırın mavi koyun umudumu yitirmedim
beni çağırın gülümserken uykunun bir yerinde
eliniz beyazken uzatın isterim
karayı kaldırın sevgi koyun umudumu yitirmedim”
beni çağırın gülümserken uykunun bir yerinde
eliniz beyazken uzatın isterim
karayı kaldırın sevgi koyun umudumu yitirmedim”
take this kiss upon the brow!
and, in parting from you now,
thus much let me avow —
you are not wrong, who deem
that my days have been a dream;
yet if hope has flown away
in a night, or in a day,
in a vision, or in none,
is it therefore the less gone?
all that we see or seem
is but a dream within a dream.
i stand amid the roar
of a surf-tormented shore,
and i hold within my hand
grains of the golden sand —
how few! yet how they creep
through my fingers to the deep,
while i weep — while i weep!
o god! can i not grasp
them with a tighter clasp?
o god! can i not save
one from the pitiless wave?
is all that we see or seem
but a dream within a dream? poe
and, in parting from you now,
thus much let me avow —
you are not wrong, who deem
that my days have been a dream;
yet if hope has flown away
in a night, or in a day,
in a vision, or in none,
is it therefore the less gone?
all that we see or seem
is but a dream within a dream.
i stand amid the roar
of a surf-tormented shore,
and i hold within my hand
grains of the golden sand —
how few! yet how they creep
through my fingers to the deep,
while i weep — while i weep!
o god! can i not grasp
them with a tighter clasp?
o god! can i not save
one from the pitiless wave?
is all that we see or seem
but a dream within a dream? poe
otuzbeşyaş
bence şimdi sen de herkes gibisin-nazım